PARİS’TE HERKESİN BİLDİĞİ YERLER HAKKINDA HERKESİN BİLMEDİĞİ NOTLAR :)

Meşhur bir gezgin kalıbı vardır: “off the beaten path”diye… Yani alışılmış, klasik olmuş rotanın dışında… Ve her gezgin platformunda mutlaka listelenir bunlar… Ben de listeleyeceğim elbet, neyim eksik 🙂 Ama ya bir yere ilk kez gidenler? Yani her şehrin “zorunlulukları” vardır, bilirsiniz, tüm rehber kitaplarda “mutlaka görün/yapın” diye sıralanan.  Ve bu klasikler her zaman “geyik” de değildir bence. Klasik olmalarının bir sebebi vardır sonuçta. Benim yöntemim, bir yere ilk gittiğimde hemen o “mecburi istikametleri” tamamlayıp, böylece görevlerimi bitirmiş olmanın huzuruyla kalan günlerimi ya da sonraki gidişlerimi sadece kendi keyfime göre yaşayarak tadını çıkarmaktır. Peki Paris için nedir bu ilk gidişte yapılması gerekenler? İşte altında küçük tüyolar ve kişisel önerilerle Paris klasikleri… (İlk defa gitmiyor olsanız da bir göz atın derim, belki de o klişelere yeni bir yaklaşımla bakmanızı sağlayan notlar bulursunuz aralarda…)

  1. Seine nehrinde tekneyle yolculuk

Evet, bunun benim için ne kadar şahane bir şey olduğunu ilk Paris yazımda anlatmıştım. Orada da dediğim gibi, bence bu, tüm dünyada yapılabilecek en güzel aktivitelerden biri hala… O sebeple sadece ilk gidişte değil, her gidişte, hem de çok kez yaptığım, gecesine ayrı, gündüzüne ayrı bayıldığım bir etkinlik bu benim için… Ama işte şimdi size önemli bir ipucu: Farkındaysanız “tekne turu” değil, “tekneyle yolculuk” yazdım. Bunun bir sebebi var: Bana sorarsanız pahalı Seine nehri turlarına kanmayın. Hem onu bir kere yaparsınız – bir noktadan binip, bir tur yapıp, tekrar bindiğiniz yerde inersiniz ve biter! Onun yerine Batobus bileti alın. (www.batobus.com ) Batobus, Seine nehri üzerinde, şehir merkezi boyunca gidip gelen, bir sağ bir sol yakada, önemli noktalarda toplam 9 durağı olan, bildiğiniz ulaşım aracı… 1 günlük, 2 günlük ya da 1 yıllık şeklinde bilet seçenekleri var! Hatta daha şahanesi Bus Open Tour ile kombine şekilde 2 ya da 3 günlük paketleri var. (Bus Open Tour’a da bir sonraki maddede değineceğim.) Peki bu biletler size ne sağlıyor? Yukarıda bahsettiğim şekilde, geçerli olduğu süre boyunca bu tek biletle istediğiniz kadar in-bin yapabiliyor, istediğiniz durakta inip, istediğinizden tekrar binebiliyorsunuz. (Hop-on hop-off denen sistem yani).  Tıpkı pek çok turistik şehirde olan Open Bus mantığının tekne hali 🙂 Duraklar da zaten hep önemli turistik noktalarda yani “zorunluluk listesi”ndekilerin yakınlarında 😉 Böylece hem Seine nehrinde defalarca, gece, gündüz, gün batımı artık ne zaman isterseniz gezmiş oluyorsunuz, hem kendisini bir yerden bir yere ulaşım amaçlı kullanıyorsunuz, hem de servet ödemiyorsunuz. Daha ne olsun?

Yok ben illa “tur” istiyorum derseniz, yine de sakın “Bateaux Mouches”lara bineyim demeyin, benden söylemesi. Onlar biraz bizdeki çalgılı çengili çingene vapurları gibi, kocaman, gürültülü, kalabalık ve tatsızlar! Paris’liler onlardan nefret ediyor haberiniz olsun, sonra “uyuz turist” tepkisi çekmeyin 🙂

Tur da tur diye tutturursanız, hani ne bileyim belki önünden geçilen yerlerin anlatımını dinlemek için falan, o zaman daha küçük ve sempatik olanlardan seçebilirsiniz. Ben 2 şirketi önerebilirim, hoşunuza giderse… Biri “Bateaux Parisiens” (https://www.bateauxparisiens.com). Bence tatlı tekneleri var. Mesela ben bir kere, Notre Dame civarında Seine kıyısında yürürken ve belli bir hedefim, gideceğim yer vs yokken denk gelip, sadece Seine’in tadını çıkarayım isteyip binivermiş, 1 saat keyif yapıp aynı yerde inmiştim. Bu firmanın Eiffel önünde de iskelesi olduğunu belirteyim.  Tam da Eiffel iskelesinden bahsetmişken, bu firmayla ilgili size çoook daha önemli bir tüyom var ama bunun için 3. Maddeye (Eiffel) bakınız 🙂

Diğeri de “Vedettes du Pont Neuf” (https://www.vedettesdupontneuf.com/croisieres/). Bu da Bateaux Mouches’tan iyidir 😉 Bunlar da isimden anlaşılabileceği gibi, İle de la Cité’de Pont Neuf’ün altından kalkıyor.  Bateaux Parisens’le benzer şekilde, bir tur yapıp sizi aldığı yere geri getiriyor. Tam tur 1 saat civarında sürüyor.

Son olarak, beni dinleyip kendinizi güzelce bu teknelerden birine attıysanız, sakın ha içerde oturduğunuzu duymayayım! Evet evet Paris’in o feci soğuk kışındaysanız bile! Zaten Paris’te dışarda vakit geçiremeyecekseniz, neden geziyorsunuz? Sabah kaldığınız yerden çıkarken artık termal mi, bere mi, polar mı (yazın şal mı hırka mı) ne gerekiyorsa kat kat giyinin ya da tedbir olarak yanınıza alın ve böylece olabildiğince dışarıda takılın yoksa size bir daha tavsiye falan yok 🙂 (Bu arada o zamana kadar hayatı İstanbul’da geçmiş ve kara iklimini tanımayan biri olarak, Paris’teki en ilk günümde, gündüz güneşli havaya kanmış, incecik çıkmıştım dışarı, tabii o zaman seyahat acemisiydim de aynı zamanda. Oysa Paris’te gündüz – gece arası sıcaklık epey değişiyor, yani gündüz hava nasıl olursa olsun, siz siz olun akşam için tedbirli olun).

  1. Open Tour (Hop-onhop-off Bus)
Paris’in güzel cadde ve meydanlarına bir de çift katlı üstü açık tur otobüslerinden bakın…

Yurtdışına seyahat deneyimi olan herkes, bu ikinci katının üstü açık, şehri turlayıp duran turist otobüslerini bilir muhtemelen. Evet çok turistik gibi görünebilir ve “ben turist değil gezginim, ne işim var o otobüslerde” diye beni terslemek isteyenleriniz olabilir. Olmasın. Bence son derece faydalıdır bunlar ve ben hala özellikle ilk defa gittiğim şehirlerde sıklıkla kullanırım.  Her şehir gibi Paris’te de birkaç farklı firma var bunları işleten ve benim burada Open Tour’u yazma sebebim sadece, ilk maddedeki tavsiyemi tutarsanız, Batobus’le kombine bilet alabilme imkânını bu firma sağladığı için. (http://www.paris.opentour.com/en/Paris-bus-tour/bus-boat/). Yoksa otobüs turu firmaları arasında özel bir tercih olarak değil. Bildiğiniz gibi, bu otobüslerin en önemli özelliği biletinizin geçerli olduğu süre boyunca, istediğiniz kadar in-bin yapabilmeniz, istediğiniz durakta inip, istediğiniz bir diğerinde tekrar binebilmeniz. Tabii ki durakların her birinin önemli turistik noktalarda olduğunu ve sizi hemen hemen şehrin tüm “görülmesi gereken” binalar ya da etkinliklerine taşıdığını söylemeye gerek yok. Üstünün açık olması da yolculuk boyunca panoramik olarak geçtiğiniz her yeri keyifle izlemenizi ve fotoğraf çekebilmenizi sağlıyor. Tabii bir önceki maddedeki tavsiyem burada da tekrarlanacak: Bence ağır bir yağmur yağmadıkça, yukarıda açıkta oturmalısınız, yoksa aşağısının normal bir belediye otobüsünden farkı yok.

O sebeple hava soğuksa, baştan sizi sıcak tutacak kıyafet takviyelerini yanınıza alın!

Bu otobüsleri verimli kullanmak için baştan gününüzü planlayıp, hangi duraklarda ineceğinizi, hangilerine sadece otobüsten bakıp fotoğraf çekeceğinizi biliyor olun ve otobüslerin duraklardan geçiş saatlerinin yazdığı tabloyu mutlaka dikkate alın. Boşuna duraklarda uzun süreler beklemeyin. Bu şekilde planlı olursanız bu otobüsleri hem şehri panoramik olarak görmek, hem de ulaşım amaçlı kullanabilirsiniz.

Open Tour’un otobüsleri 3 farklı hatta çalışıyor. Kırmızı, mavi ve yeşil hatlar… Yani her biri şehrin değişik bölgelerini turluyor ve (kesişim durakları hariç) farklı durakları var. Bilet alırken size verilen broşürde ya da web sitesinde bu hatların hangi durakları kapsadığını görebilirsiniz. Planlamanızı yaparken bunu dikkate alın ve doğru hatta bindiğinizden emin olun. (Hangi hat olduğu bazen küçücük bir işaretle belirtilebiliyor. Baştan bunu öğrenin. Biz Barcelona’da otobüsün rengine kanıp yanlış hatta binmiş, sonrasında inince, koskoca otobüsün tamamı maviyken, öndeki tabelada bulunan küçücük kırmızı bir işaretin hattın rengini belirlediğini öğrenmiştik 🙂 ) Yine bu hatların haritasını incelerken dikkat etmeniz gereken bir diğer unsur da hatların kesiştiği durakları öğrenmek ki, buralarda dilerseniz hat değiştirebilesiniz.

Son olarak benim önerdiğim Batobus’le birleştirme hariç de, web sitesinde http://www.paris.opentour.com/en/ görebileceğiniz farklı etkinliklerle kombinasyonlar ve indirimler de söz konusu.

  1. Eiffel

Çok kısa yazacağım. Cool olmaya falan kalkmayın! Eiffel’e çıkacaksınız başka yolu yok!  Sen kalk taa Paris’lere kadar git, Eiffel’e çıkmadan dön! Yok, olmaz, oluru yok yani J Kabul etmiyorum… Geyik meyik, bu yapılacak! Tüm dünyadaki belki de en ünlü simgeden bahsediyoruz arkadaşlar. Siz siz olun, havalı gezgin olacağız diye Venedik’e gidip gondola binmeyenlerden, Paris’e gidip Eiffel’e çıkmayanlardan olmayın… Çıkınca hayat boyu unutulmaz bir şey göreceğinizden değil – ki bence yukarıdan tüm Paris gündüz başka, gece başka güzel görünüyor – ama asıl yaşanması şart olan ondan da öte, Paris’te olduğunuzu iliğinize kadar hissedip “Eiffel’in tepesindeyim” duygusunu içinize çekebilmek! Bence hala çok heyecan verici… Ben ilk 3 gidişimde de çıktım vallahi. Gecesini ayrı, gündüzünü ayrı sevdim, değişik mevsimlerde tepesinde bulundum. Daha da çıkardım sonraki gidişlerimde ama bir şekilde vaktim olmadı… Ha eğer Eiffel’i sevmiyorsanız da, daha iyi ya, ünlü Fransız yazar Maupassant’ın dediği ve yaptığı gibi “tüm Paris’te bu kulenin görünmediği tek yer olduğu için” de buraya gelmelisiniz 🙂

Peki Eiffel ipuçlarım var mı? Birkaç tane var. Öncelikle sıra beklemek konusunda: Pek çok Paris kartı, işte Open Tour tarzı firmalar vs bekleyeceğiniz sırayı azaltan öncelikli biletler satıyor. Ben hiç almadım bunlardan, değer mi bilmiyorum. Sonuçta bu biletten alanların da bir sırası olduğunu, sadece diğerinden çok daha kısa olduğunu da hatırlatayım. Peki uzun beklememenin bir yolu var mı derseniz… Ben en az beklediğim seferi paylaşabilirim sizinle. Gece son girişten hemen önce koşarak gittiğimizde hiç sıra beklemeden girmiştik. Eiffel’in web sitesine göre bu sene yaz boyunca tepeye çıkış için son giriş gece 23.00’te, kışınsa 22.30’da… “Işıklar Şehri”ni gece seyretmek de çok keyifli zaten… Gerçi en güzeli, akşam gün batımına yakın çıkıp, bir seferde önce gündüz halini, sonra günbatımını ve en son da gece halini görmek ama o saatlerde çok sıra beklemeyi göze almalısınız.

Eiffel’in tepesinde…

Şimdi tepeye çıktınız. Burasıyla ilgili de söylemem gereken çok önemli bir şey var: Kış da olsa, bahar da ve evet inanmazsınız ama yaz da, donacaksınız! Ben daha önce sonbaharda 2 kere çıkıp donmuş, 3. çıkışımda Temmuz ortası olduğundan “yaşasın üşümeden Eiffel’in tepesinin tadını çıkaracağım” sanmış ama çok yanılmıştım! Mutlaka bu konuda tedbirli olun, üzerinize / içinize, yukarı çıkmadan takviye olarak giyecek şeyleri, o gün otel / evinizden çıkarken çantanıza atmayı asla ihmal etmeyin!

Tepeye 2 asansörle çıkılıyor, ara katta inip asansör değiştiriyorsunuz. O katta da tekrar sıra bekleyeceğinizi unutmayın! O sırada bile çok soğuk olabiliyor. Biz ilk seferinde, 1. Katta uzun süre asansör bekleyip donunca, merdivenden inmeye karar vermiştik ve maalesef yarı yolda gelen pişmanlığımız fayda etmemişti. Yani biz ettik siz etmeyin. Koca kuleye bakınca, sadece ayak kısmındaki merdivenler, hele ki inmek için çok kısa gibi görünse de, öyle değil arkadaşlar, in in bitmiyor ve bir aşamadan sonra klostrofobik bir döngü gibi gelmeye başlıyor insana…

Şimdi gelelim size 1. maddede yani Seine nehri gezilerinden bahsederken söz verdiğim şu” diğer ipucuna”… Biliyorsunuz Paris’te yeme, içme, aslında hiçbir şey ucuz değil. Üzerine bir de bizim paramızın Euro karşısındaki durumu eklenince, hem Paris’in tadını çıkarıp hem de bütçe tutturmak gittikçe daha zor hale geliyor. Şimdiki tüyom bununla ilgili: Hani size Seine nehri tur şirketlerinden bahsederken Bateaux Parisiens’i tavsiye etmiş ve bu firmayla ilgili çok önemli bir ipucu daha vereceğim demiştim ya, işte geldik o ana: Eiffel öncesi ya da sonrası ya da o civardayken acıktınız. Hemen nehrin kıyısına yürüyor, bu firmanın tur teknelerinin kalktığı iskeleye çıkıyor ve burada bulunan “Le Bistro Parisien”e giriyorsunuz. Çünkü burada hem Seine nehri üzerinde, hem de Eiffel manzaralı yemek yiyebilir ama buna bir servet ödemezsiniz. (Hatta Paris için ucuz denebilecek bir yer ama bizim paramızla orada hiçbir şeye ucuz demek pek mümkün değil bugünlerde). Üstelik yemekler de hiç fena değil. Öğlen ve akşam yemeği için farklı fiks menüleri oluyor genelde. Tabii öğlen ve akşam fiyatları farklı, akşam elbette daha pahalı, burayı öğlen yemeği için planlayın derim. https://www.bateauxparisiens.com/fr/le-bistro-parisien.html

Eiffel’le ilgili son ama en önemli tüyoya gelelim. Kulenin dibinden olanlar hariç, şöyle karşıdan Eiffel fonunda çeşit çeşit pozlar verilerek paylaşılan o instagram fotoğrafları nereden çekiliyor derseniz, merak etmeyin, şimdi sizi oraya yönlendiriyorum.

Trocadéro’da poz vermek şart 🙂

Eiffel’in önünden karşıya geçen Pont D’Iena yani Iena Köprüsünden Seine nehrinin karşı kıyısına geçin bakalım. Bu yol sizi Trocadéro’ya çıkaracak. Aslen büyük bir saray kompleksinin bahçesi burası ama artık bir meydan gibi halka açık. Zaten poz veren kalabalıktan anlarsınız hemen neresi olduğunu 🙂 İşte şimdi arkanıza dünyanın en ünlü simgesini alıp, dilediğiniz gibi poz verebilirsiniz 🙂

  1. Notre Dame Katedrali (Notre Dame de Paris) ve çevresi – Île de la Cité, Île Saint-Louis, St. Germain des Prés, Quartier Latin ve Marais
İle Saint-Louis’den Notre Dame… Artık o kule maalesef yok 🙁

Biliyorsunuz… bu artık acıklı bir konu başlığına dönüştü… Bir gün boyunca gözlerimizin önünde cayır cayır yandı, tamamı yok olabilir dendi, elimiz kalbimizde bekledik… Neyse ki ana yapı kurtuldu…  Yangından sonraki halini ben de sadece televizyonda gördüm. Artık bir sonraki gidişime…

Bunu bir kenara koyarsak… Neler anlatmalıyım Notre Dame’la ilgili… Öncelikle benim için Paris’in merkezidir diyeceğim ama zaten coğrafi olarak da öyle sayılıyor, tam önünde ülkedeki tüm mesafeler hesaplanırken başlangıç kabul edilen “0 noktası” var. Genellikle gün içindeki şehir gezmelerimin bir noktasında mutlaka burası vardır. Başlamak için, bitirmek için, arkadaşlarla buluşmak için, tüm gün gezip yorulduktan sonra karşısında ya da etrafındaki cafélerde oturup dinlenmek için… Özellikle önündeki meydana bayılırım. Hani Esmeralda’nın dans ettiği, sevgili Quasimodo’nun ve Frollo’nun onu seyredip âşık olduğu meydan…

Katedralin içindeyse beni en çok etkileyen “gül vitrayları”ydı. (Les vitraux des rosaces) Nasıl olduysa yangında patlamadılar ve kurtuldular neyse ki… Ama sanırım uzun bir süre içeri ziyaretçi alınmayacaktır maalesef!

Gül vitrayları…

Civarına gelirsek, esas konu o zaten… Paris’in en güzel mahalleleri katedralin etrafında toplanmış diyebilirim. Katedral zaten Paris’in kuruluş yeri ve Seine nehri üzerinde bir adacık olan İle de la Cité’de bulunuyor. Bu adacık bile çok tatlı… Bir çok café ve hediyelik eşya dükkânı var. Her gittiğimde bir gelenek olarak mutlaka oturduğum bir café var tam yanında, ismi “A L’Ombre de Notre Dame” yani Notre Dame’ın gölgesinde… Gerçekten de tam olarak katedralin gölgesinde, katedrali karşınıza alırsanız sol tarafında kalıyor. Yemeklerinin hiçbir özelliği yok aslında, belki güzel bir krep yiyebilirsiniz. Benim için gelenek olma sebebiyse; lokasyonu, tam katedralin “gölgesinde” olması ve hepsinden önemlisi ilk Paris seyahatimde gitmiş olmam… Elbette Paris’teki, hele ki bu tür önemli noktalardaki her yer gibi biraz kazık olduğunu söylemeliyim.

Şimdi dönelim katedralin etrafındaki semtlere… Dediğim gibi burası Seine nehri üzerinde bir ada. Tam arkasında köprüyle bağlanan daha küçük bir adacık var ki burası da İle Saint-Louis… Burası da çok sevimli, şık ve güzel bir semt ve keyifli bir yürüyüşle keşfetmenizi hak ediyor.

Quartier Latin tarafından Notre Dame’a bakış….

Katedralin önünde durup sırtınızı katedrale verirseniz, nehrin, sizin sağınızda kalan yakasına ve şehrin tüm o bölüme Rive Droite (yani sağ kıyı / yaka), solunuzda kalan kısmına ise Rive Gauche yani Sol Yaka denir. Şimdi her iki yanınızda da gezilecek, bolca vakit geçirilecek, çokça takılanacak semtler var: Soldan başlarsak meşhur Saint Germain des Prés ve Quartier Latin’e gideriz… Özellikle Quartier Latin (Latin Mahallesi), ismini dünyaca ünlü Sorbonne Üniversitesinin burada olmasından alıyor ve tarih boyunca üniversite öğrencilerinin, entelektüellerin, yazarların, düşünürlerin, sanatçıların buluşma noktası olmuş… Şimdi daha turistik olsa da, hala Paris’te en çok “takılacağınız” yerlerden biri bence. Daracık ara sokaklarında onlarca café, restoran, jazz bar vs var… Jazz bar demişken, özellikle de nehrin hemen paralelinde Rue de la Huchette’teki tarihi Caveau de la Huchette, Oscar’lı La La Land’de bile sahne aldı. Jazz ve şehrin tarihi mekânlarıyla ilgiliyseniz burada bir gece geçirmenizi tavsiye ederim. http://www.caveaudelahuchette.fr/2/  Etnik lokantaların (en çok da Türk ve Yunan) çoğu da bu sokaklarda ama lütfen Paris’lere kadar gidip de Türk yemeği yemeye kalkmayın, gelince bolca yersiniz onu, orada daha Paris’e has tatlar deneyin, ne de olsa dünyanın en ünlü mutfaklarından birinin ülkesindesiniz.

Bu arada buralara gelmişken, hele ki kitap ya da sinema meraklısıysanız; bana bayıldığım “Before üçlemesi”nin 2. filmi olan Before Sunset’i hatırlatan ama aslen daha pek çok önemli filmde “rol çalmış” olan, ünü kendinden büyük kitapçı Shakespeare and Company’ye de uğramayı ihmal etmeyin! Quartier Latin’de, hemen nehir kıyısında Notre Dame’ın karşısında… Zaten kime sorsanız gösterirler.

Gelelim nehrin öbür kıyısına yani Rive Droite’a… Ne demiştik katedrale sırtınızı dönerseniz sağınızda kalan taraf… Burada da yine Paris’in en güzel semtlerinden Marais yer alıyor. Burası da bir yarım günü keyifle geçirebileceğiniz bir semt. Tarihi malikâneler, tatlı Arnavut kaldırımlı sokakları çevreliyor. Onlarca küçük butik, fırın, café, restaurant, sevimli dükkanlar Marais’de her köşe başında karşınıza çıkacak.

Marais’de şirin bir fırın…

Özellikle Rue des Rosiers’yi kaçırmayın derim. Elbette Place des Vosges yani Vosges meydanı da hem tarihi dokusu ve mimari güzelliği hem de Victor Hugo’nun evinin burada olması dolayısıyla önemli. Meydanda 6 numarada bulunan ve Hugo’nun 16 yıl yaşadığı ev, bugün müze olarak gezilebiliyor. Marais hakkında yazılacak elbette çok şey var ama onlar tek başına bir yazı konusu olurlar. Burada bitirmeden önce bir de Notre Dame’ın bu tarafında jazz bar tavsiyesinde bulunayım: Şimdi tekrar nehrin kıyısına gelin ve Pont Marie yani Marie köprüsünün ayaklarına yakın, belediye (Hotel de Ville) ile İle Saint-Louis arasında kalan rıhtıma yürüyün… Burada çok şirin bir “tekne bar/restaurant” göreceksiniz. Yani Seine nehri üzerinde, açık havada (terası Mayıs-Ekim arası açık) Notre Dame manzaralı şarabınızı yudumlarken jazz dinlemek isterseniz (ki bence istemelisiniz), olmanız gereken yer burası 🙂 https://www.peniche-marcounet.fr/ (Korkarım web sitesinin İngilizcesi yok!)

  1. Montmartre
Paris’te en mutlu olduğum yerde: Place Du Tertre’de…. Arkamda Sacré Cœur ♥

Gelelim tüm Paris’te benim favori semtime… Montmartre için muhtemelen daha pek çok yazı yazarım. Şimdilik kısaca nasıl anlatsam… Burası Paris deyince aslında gözümüzün önünde canlanan, ressamlar ve sanatçılar şehrinin vücut bulmuş hali. İlk gidişimde aşık olmuştum, aşkım gittikçe güçlendi.

Bu semt şehrin 18. Bölgesinde (18ième Arrondissement) ve merkeze biraz uzak. Mutlaka metroyla gelmeniz lazım ya da Open Bus Tour ile, yani merkezden yürümeniz falan, şehir gezmek değil de spor yapmak gibi özel bir amacınız yoksa olacak şey değil. Ama metroyla kolayca ulaşırsınız, İstanbul gibi saatlerce süren bir şehir içi yol, burada zaten yok. İsminden de anlaşılabileceği gibi (“Mont” tepe demek) Montmartre bir tepe üzerinde kurulu ve bu sayede buradan tüm şehrin ve uzaktan Eiffel’in çok güzel manzaralarını izlemek de mümkün. Bu semtte özellikle atlanmayacak 2 önemli nokta olduğu zaten neredeyse broşürlerde bile belirtiliyor ama ben de yazayım hadi: Sacré Cœur ki bence şehrin en güzel dini yapılarından biri ve de Place Du Tertre ki yine bence şehrin ennn özel meydanı…

Montmartre’da kiraladığımız evin direkt Place du Tertre’e bakan camından…

Burası işte ülkemizde “Ressamlar Tepesi” diye anılan yer ki aklınızda bulunsun hiçbir Fransız’ın bu tanımı kullandığını duymadığım gibi Fransızca’da da böyle bir isimlendirme yok. Neyse, ama güzel uydurmuş bizimkiler, zira burası gerçekten de “Ressamlar Tepesi”… Neden derseniz, bir, semt olarak Montmartre zamanında başta ressamlar olmak üzere sanatçıların ve bohem yaşamın merkezi olmuş, ikincisi de günümüzde de özellikle Place du Tertre şu her Paris fotoğrafında görebileceğiniz onlarca ressamın tuvallerini kurup turistlerin resmini yaptığı ya da kendi resimlerini sattığı meşhur meydan… Paris’e bir gittiğimde tam olarak bu meydan üzerinde ve Fransız balkonundan direkt meydana bakan bir ev kiralayıp orada kalmıştık. İnanılmaz bir deneyimdi. Meydanın açıldığı dar, Arnavut kaldırımlı şirin sokakların da her biri tablo gibi… Muhteşem fotoğraflar için de birebir.

Montmartre’ın şirin ara sokaklarında…

Bu semt için mutlaka ama mutlaka, hemen ilk gidişinizde en az bir yarım gün ayırın… Zaten siz de aşık olacaksınız. Aklınızda bulunsun, buranın gece hayatı pek yok, akşam bile erken kapanıyor pek çok yer, ziyaretinizi günün geç saatlerine bırakmayın 😉

  1. Champs-Elysées


Şimdiii… Ne desem nasıl desem bilemedim ki… Dünyanın belki de en ünlü bulvarlarından birine burun mu kıvırayım? Kendim ilk seferimde koşa koşa gidip, tabelasının altında da ağzım kulaklarımda fotoğraf çektirmemişim gibi “aman boşverin ya, gitmeyin” mi diyeyim? Ne haddime 🙂 Zaten gidin, yani o kadar şarkılar, filmler… Sonuçta burası Paris denince akla gelen ilk şeylerden biri… Yani görmeden gelmek olmaz!  Gidin ve sisteminizden çıkarıp rahatlayın, severseniz daha çok zaman geçirirsiniz, yok benim gibi “bence Paris’in en az ilginç noktalarından biri” derseniz de, gidip görme görevinizi tamamlamış olmanın rahatlığıyla, kalan zamanınızda istediğinizi yaparsınız 🙂 Nasıl gidelim derseniz: Eğer 2. maddedeki Open Tour öğüdümü tuttuysanız, mavi hattın bu bulvar üzerinde 4 tane durağı var. İlki caddenin başlangıcı olan Concorde meydanında ki bu meydanı zaten görmelisiniz. Özelliği ne mi? Fransız ihtilalinin meşhur giyotinlerinin burada kurulmuş ve pek çok soyluyla beraber ünlü kraliçe Marie-Antoinette ve Kral 16. Louis’nin burada idam edilmiş olması… (Bu “kanlı” meydana Louvre ziyaretinizden sonra – bakınız bir sonraki madde-  geçebilirsiniz, mantıklı bir rota olabilir.) Concorde Meydanından Open Tour otobüsünüze binip, birkaç durak boyunca otobüsten bulvarı izleyerek devam edebilirsiniz. Sonra mesela 3. durakta inip, 4. durağa kadar yürüdükten ve böylece ”Champs-Elysées’de yürüdüm” deneyimini de heybenize attıktan sonra, en önemli fotoğraf görevlerinizden biri için caddenin sonuna da yaklaşmış olursunuz. Caddenin sonunda ne var derseniz, Paris’in en önemli sembollerinden biri olan Arc De Triomphe yani Zafer Takı. Onu arkanıza alarak mutlaka bir fotoğraf çektirmelisiniz, yoksa bir daha instagrama alınmazsınız 😉 Eğer vaktiniz varsa, üzerine de çıkılıyor ama ben bugüne kadar hiç çıkmadığımı itiraf edeyim 🙂 Bu arada tekrar Open Tour otobüsünüze binip bir sonraki hedefinize gitmeden önce, bir café’de oturup Champs-Elysées’deki mevcudiyetinizi uzatabilir, etraftaki bakımlı Fransız kadınlarını imrenerek inceleyebilir, yorulan ayaklarınızı dinlendirebilirsiniz.

  1. Louvre
İşte kendi küçük ünü büyük Mona Lisa’yı böyle bir ortamda göreceksiniz… Ben baştan söyleyeyim de hayalkırıklığı olmasın 🙂

İşte geldik en zor bölüme! Size kalkıp burada dünyanın en büyük müzesi hakkında bir rehberlik yapacak değilim. Bunun için Louvre’un kendi web sitesi, dijital uygulamalar, kitaplar vs var. Sadece belli tavsiyelerim olacak. Öncelikle sayılı gününüz varsa ve Paris’te ilk seferinizse, her şeyi yapacak zamanınız kısıtlı demektir. Oysa başta da dediğim gibi burası dünyanın en büyük müzesi. Babamın deyimiyle Paris’e ayrı, Louvre’a ayrı gitmek gerek hatta, tamamını gezmek 1 hafta sürer derdi babam…  Eğer tamamını hakkıyla gezmek derseniz, o hiç bitmeyen bir maceraya da dönüşebilir tabii 🙂 O zaman ne yapmalı? Tabii bu ne kadar vaktiniz olduğuyla birebir alakalı: Eğer zamanınız çoksa, en önemli parçaları görmek için bile en az 1 tam gün ayırmalısınız. Ama genellikle ilk seyahatte, şehirde de yapacak çok şey olduğundan, özel olarak sanat meraklısı değilseniz, müzeye tam 1 gün ayıramazsınız. “En son kaça olur” derseniz, benden söylemesi, sadece minimumlar için bile hemen hemen bir yarım günü gözden çıkarmalısınız. O da sadece Mona Lisa ve Venus de Milo’yu (Milos’lu Venüs) göreyim, bir yerden diğerine de koşayım türü bir müze turu için. Genellikle ilk Paris seyahatinde buna bile vakit bulunamayabiliyor, bizim ilk 2 günlük Paris’imizde, biz gidememiştik, ben ancak Paris’e ikinci gidişimde Louvre’u gezebilmiştim.

Şimdi gelelim bu minimum Louvre turuyla ilgili birkaç önemli tüyoya. Öncelikle biletinizi internetten alırsanız epey zaman kazanırsınız. Eğer başka müzeler de gezecekseniz Paris Museum Pass mantıklı, internetten detaylara bakabilirsiniz. Pek çok Paris etkinliği için sizi uzun sıra beklemekten kurtaran öncelikli biletler de satılıyor, tabii daha çok para ödemek kaydıyla. Ben şimdi bunu gereksiz kılacak bir tüyo vereceğim size. Louvre’un önündeki ana giriş, meşhur “Cam Piramit”ten… Ama siz şimdi fotoğraf için istediğiniz pozları bu cam piramidin önünde verdikten sonra usulca ana binanın arka tarafına, Rivoli caddesine doğru ilerliyorsunuz, orada 99 numaradaki Carousel du Louvre’a giriyorsunuz ve buradan alt geçitle Louvre’un daha az bilinen diğer girişine geliyor, böylece çoook daha az sıra bekliyorsunuz.

Peki siz böyle mi girmiştiniz diye sorarsanız, bizim girişimiz çok daha ballı olmuştu: Biz bu anlattığım kapıya koştururken inanılmaz bir yağmur bastırmış, binanın yan kısmındaki, ziyaretçi girişi için olmayan cam kapılardan birinden içeri bakıp aradığımız girişi sormaya çalışırken de tatlı bir görevli tarafından yağmur sebebiyle acınmış ve “siz müzeye mi girmeye çalışıyorsunuz, eh hemen gelin o zaman” diye koşa koşa içeri alınmış, böylece ne sıra beklemiş, ne de o yağmurda diğer kapıya koşturmak zorunda kalmıştık.

Şimdi içeri girdiniz ve vaktiniz az. Herkes gibi en büyük idealiniz o kendi minicik ama ünü dünyayı kaplayan Mona Lisa’yı bir kez olsun görmek. Öncelikle şunu unutmayın, Mona Lisa diye arasanız zor bulursunuz! Çünkü tablonun Fransızca adı: La Joconde… (Yani aslında Leonardo ustanın İtalyan olduğu gerçeğinden hareketle, en asıl adı İtalyanca La Gioconda yani Lisa hanımefendinin soyadı ama konumuz şimdi bu değil. Fransa’da olduğumuza göre, Louvre koridorlarında da La Joconde oklarını takip etmeniz yeterli.) Müzenin neredeyse her köşesindeki yönlendirmeler sonunda sizi tıklım tıklım dolu, tabloyu zorlukla görebildiğiniz, şanslıysanız da önünde 150 kafadan biraz daha azı varken fotoğrafını çekebildiğiniz o ünlü salona getirecek. Bu görev sonrası hazır Louvre’a gelmişken yine yönlendirmeleri takip edip Milos’lu Venüz’ü de görmenizi tavsiye ediyorum. İşte girmesiyle, oradan oraya koşmasıyla 1-2 saat geçti bile 🙂 Şimdi hala vaktiniz varsa, mutlaka müze haritası veya indirdiğiniz dijital uygulama yardımıyla ilginizi çeken 1-2 bölümü daha ziyaret edebilirsiniz ama sakın koridorlarda elinizde müze planı olmadan dolaşmaya kalkmayın, sonsuza dek kaybolabilirsiniz:)

Benim Paris’te görev olarak yaptığım Louvre dışında çok severek ve çok heyecanla zaman geçirdiğim, defalarca gitmekten bıkmayacağım müzeyse Musée D’Orsay… Seine nehrinin tam karşı kıyısındaki bu müze hem mimarisi, hem eserleri, hem de çok daha insani ve gezmesi mümkün boyutlarıyla benim için çok daha sevilesi 🙂 Siz de benim gibi Empresyonistlere bayılıyorsanız, Musée D’Orsay için, ilk seferde değilse bile bir sonraki gidişinizde zaman yaratmaya çalışın derim… Bu küçük öneri dışında Paris ve müzeleri konusuna burada hiç girmiyorum, girersek çıkamayız, o ancak başka bir yazı konusu olur ileride 😉

  1. Bonus tavsiye: Palais Garnier – Opera Binası


Paris Opera ve Bale Topluluğu dünyanın en eskilerinden… Hatta bale company’si tam olarak dünyanın ilk bale topluluğu… Akademik anlamda balenin doğduğu şehir burası ve bir bale öğretmeni olarak diyebilirim ki halen de dünyanın en iyisi Paris Opera Balesi… Öte yandan Opera Binası da tek başına bir sanat eseri, mimariye meraklıysanız da görmelisiniz. Eğer bu başlığı buraya kadar okumayı sürdürdüyseniz, bale – opera ya da mimariyle ilgilisiniz demektir. Yoksa büyük çoğunluğu başlıkta kaybettik, biliyorum. Siz diğerleri için diyebilirim ki eğer önceden internetten bilet bulmayı başarırsanız, burada bir temsil izlemeye çalışın. Bunu yapamazsanız, her gün düzenlenen Opera Binası turları var. Bunlardan birine katılıp bu muhteşem binayı bir rehber eşliğinde gezebilir böylece topluluğun ve “Opera’daki Hayalet”in evi olan binanın tarihini öğrenebilirsiniz. Bu arada Paris’te bir de Bastille’deki yeni Opera Binası olduğunu unutmayın. Paris Opera ve Balesi’nin 2. binası orası. Burada anlattığım ise tarihi bina ve ismi Palais Garnier, karıştırmayın 🙂

İşte benden size Paris’in en bilinen noktaları hakkında kişisel öneriler… Benim, bir Paris aşığı olarak Paris’te yapmaktan en keyif aldığım şeyleri sorarsanız, o belki başka bir yazı konusu olur ama kısaca özetlemem gerekirse: mahallelerini, Arnavut kaldırımlı sokaklarını, Seine nehri kıyısını, köprülerini; adım adım, havasını, kokusunu içime çeke çeke, mimarisine hayran ola ola, tarihini, geçmişten günümüze barındırdığı sanatçıları, yazarları, düşünürleri, akımları, yenilikleri, devrimleri… Paris’in temsil ettiği her şeyi düşünerek ve hissederek…..   kulaklığımda Edith Piaf eşliğinde arşınlamak diyebilirim.

Zaten herkesin Paris’i kendinedir ve bu büyülü şehrin herkese sunacağı farklı şeyler vardır bence… En güzeli, siz yukarıdaki “gereklilikleri” yerine getirdikten sonra, kendi Paris’inizi yaşayın… Kendinizi onun kollarına bırakır ve onu dikkatlice dinlerseniz, bakın kulağınıza neler fısıldayacak…

 

Continue Reading

BİR ŞEHRE AŞIK OLMAK: PARİS!

“Sen hem ‘gezginim’ de! Hem ‘4 kıta gördüm’ diye kasım kasım kasıl! Üstüne bir de blog yazıp okumamızı bekle! Sonra da en büyük klişeyle karşımıza çık! Yahu kör sultan bile gördü, sağır sultan bile duydu: Paris mi yazılır artık!” diyenleriniz olacaktır. Belki de kendilerince haklıdırlar da… Bu yazıyı okuyanların çoğunun kendine göre bir Paris algısı, fikri, deneyimi de vardır elbet.

Biz gezginlerin de bir “turistik rota alerjisi”, “bilinmedik yol” saplantısı olduğu doğrudur. Ama lütfen Paris’e klişe deyip kalbimi kırmayın, aramız daha en baştan bozulmasın. (Hem Audrey Hepburn’ün bile Sabrina’da dediği gibi “Paris her zaman iyi fikirdir!)

Biliyorum, “Ben Nasıl Gezgin Oldum” yazımın sonunda, sizi Amsterdam’da şehir merkezine kadar getirip, garın kapısında bırakmış, o seyahatte yaşadıklarımı da sonraki yazılarda anlatacağım diye size söz vermiştim. Ve inanın o sebeple ilk “destinasyon yazı”mda da tam oradan devam edip Amsterdam’ı anlatayım dedim ama olmadı! Elim gitmedi! En büyük aşkıma ihanet edemedim… Ve bir de baktım ki bu başlığı atmışım bile: “Bir Şehre Aşık Olmak: Paris”!

“Bir şehre aşık olunur mu” derseniz…… “hem de nasıl olunur” derim. Benim aşık olduğum ülke, hatta kıta bile var 🙂 Onlara da sıra gelecek elbet…

Hem, mesela siz, aşık olduğunuzu nasıl anlarsınız? Sayalım mı bir ilk aklımıza gelenleri:

  • Onu görünce dizlerinizin bağı çözülüp, tüm bedeninizi tarifi zor bir hayranlık, heyecan, nefes kesilmesi kaplıyorsa…
  • Onu gerçekten değil, TV’de hatta fotoğrafta bile görünce içiniz mutlulukla dolup gözlerinizi ondan alamıyorsanız…
  • Sadece onu düşünmek bile sizi heyecanlandırmak için yeterliyse
  • Onu görmek, onunla olmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, hatta fırsat yaratıyorsanız
  • Onu görmekten bıkmanız ihtimal dışıysa
  • Onunlayken ayaklarınız yerden kesilip, ağzınız kulaklarınızdan geri gelmiyorsa
  • Sürekli ondan bahsetmek istiyorsanız
  • Adını duymak bile kalp atışlarınızı hızlandırıyorsa…. bunun adı aşk değildir de nedir o zaman?..

İşte Paris benim için yukarıdaki maddelerin tümünü doğruluyor! Anlatılması güç bir bağ, bir çekim, bir duygu var aramızda…

Hem de sanki kendimi bildim bileli… Yani “ilk görüşte aşk”tan bile önceye dayanıyor benim Paris sevdam…

Sanırım 8 yıl bir Fransız okulunda okumuş olmanın, böylece Esmeralda’nın önünde dans ettiği Notre Dame Katedralini, Jean Valjean  ve Cosette’in yürüyüş yaptıkları Luxembourg Bahçelerini ve daha bir çoğunu yıllarca hayal etmiş olmanın da etkisi var bunda…

Yani ben daha ilk görüşten çok önce bile aşıktım ona!

Ama ilk gördüğüm an… Amsterdam’dan trenle gelip, yine bir gardan, bu kez Paris’teki Gare Du Nord’un kapısından çıkıp da etrafıma bakıp, “Sonunda! Sonunda Paris’teyim! Sonunda buluştuk!” dediğim o an!..  Ne gördün ki seni o kadar büyüledi diyebilirsiniz. Aslında…   hiç bir şey! O anda gördüğüm özel hiçbir şey değildi nefesimi kesen. Sadece “orada” olma duygusuydu. “Paris”te… Etrafımda Fransızca konuşan insanların koşturması… Binalar… Havanın rengi… kokusu… Paris’i içime çekmek. Ve “buradayım” demek! En “benim” diyen aşktan da daha aşktı bu… O anda artık Paris benim ebedi sevgilim olmuştu bile…

Sonra, bir başka aşk olan Seine Nehrini gördüğüm an… Başka bir yazının konusu olacak maceramızın parçası olan korkunç otelimize eşyalarımızı bırakır bırakmaz koştuğumuz Eiffel! Ardından sevgili Quasimodo’nun evi Notre Dame Katedrali… Şarkılardan ezbere bildiğim Champs Elysées’de yürümek ve elbette tabelası altında fotoğraf çektirmek… Veee, daha sonraki her Paris ziyaretimin vazgeçilmezi olacak ve bunca gezdikten sonra bile hala “tüm dünyada yapılabilecek en güzel aktivitelerden biri” diye tarif ettiğim Seine nehrinde tekneyle yolculuk… Ardından, ertesi gün Paris’teki asıl aşkımla tanışma: Sacré Cœur ve Place du Tertre başta olmak üzere Montmartre… (Türkiye’de “Ressamlar Tepesi” diye bilinir.)

Tüm bu klişelerini ve daha fazlasını koşa koşa gerçekleştirdiğimiz sadece 2 günümüz vardı üstelik Paris’te, o ilk buluşmada… Ve ben, sihirli bir oyuncak dükkanına düşmüş çocuk gibi kendimden geçmiş, bir hayalimden diğerine koşturuyordum. Dudağımda kâh Edith Piaf’tan “Sous le ciel de Paris” (Paris’in göğünün altında), kâh Enrico Macias’tan “Toi Paris, tu m’as pris dans tes bras” (Paris, sen beni kollarına aldın), tam bir aşk sarhoşuydum. Evet evet, tam olarak uzun yıllardır platonik şekilde sevdalı olduğu gençle sonunda sevgili olmuş aşık kızdım ben… Sırılsıklam aşık! Ve aşk sarhoşu… İşte o 2 gün böyle bir rüya gibi geçti ve Amsterdam’a dönme vakti geldi çattı… Ama bu bir ayrılık değildi artık. Kalbim Paris’te, Paris de kalbimde kalacaktı hep… Ve sonrasında her tekrar gidişim, uzakta yaşayan 2 sevgilinin coşkulu buluşması gibi olacaktı. Sayılı günlerimizi birbirimizle el ele, diz dize, dudak dudağa, dolu dolu geçirdiğimiz… Her seferinde tekrarlanan rutinler yarattığımız… Ve her defasında birbirimizin kulağına aşk sözcükleriyle beraber, “biliyorum, tekrar görüşeceğiz… Umarım yakında yani à bientôt” diye fısıldayarak ayrıldığımız çok özel buluşmalar… Bir sonraki sefere kadar… En özlemle beklenen… Hep Paris olacak…

Evet artık biliyorsunuz, klişe de olsa, Paris’e aşığım ben! Ve size onu her haliyle anlatacağım. İlk gidişimizdeki, yukarıda bir iki kelimeyle geçiştirdiğim korkunç otel maceramızdan tutun da, “En Unutulmaz Seyahat Deneyimlerim” listesinde bahsettiğim Seine nehri üzerinde misafir olduğumuz Eiffel manzaralı tekne eve kadar… Ve sevgilisi olarak, onun bazı sırlarını da sizinle paylaşıp, kendimce tavsiye ve tüyolar vereceğim.

Ama bugünlük bu aşk hikayesini o ünlü şarkıyla bitirelim:

“I love Paris in the spring time
I love Paris in the fall
I love Paris in the winter when it drizzles
I love Paris in the summer when it sizzles

I love Paris every moment
Every moment of the year”

Paris’i her mevsimde, yılın her anında sevenler için…

Paris’e ilk gidişinizde “yapmak zorunda” olduklarınızı ya da bu “en gerekli” Paris etkinlikleri hakkında kişisel önerilerimi ve pratik ipuçlarımı öğrenmek için lütfen “Paris’te herkesin bildiği yerler hakkında, herkesin bilinmediği notlar” yazıma buyurun 🙂

Continue Reading

En Unutulmaz Seyahat Deneyimlerim

Aşağıdakilerin her biri birer (hatta çoğu birden fazla) yazı olarak karşınıza gelecekler elbet. Merak etmeyin, hepsini tek tek anlatacağım… Ama önce liste 🙂

(Listede bir öncelik sıralaması söz konusu değil bu arada, aklıma gelme sırasıyla yazdım sadece.)

  • Sahara Çölü’nün ortasında bir Tuareg kampında, kıldan bir çadırda geçirdiğim gece
  • Afrika’da, kamyondan bozma bir otobüsün tepesinde, günde ortalama 500 km yol kat edip, geceleri en iptidai kampinglerde konaklayarak yaptığım 21 günlük yolculuk
  • Aşık olduğum Paris’te, yine aşık olduğum Seine Nehri üzerinde bir tekne evde, bir Fransızın misafiri olarak kalışım
  • Fas’ta, kiraladığım evin komşusu elime kına yaparken davet edildiğim ve hiçbir yabancının olmadığı geleneksel düğün
  • Çin’de masalsı Li Nehri’nde sal keyfi
  • Önce Londra West End’de, sonra da New York Broadway’de müzikal izleme hayalimi gerçekleştirdiğim her sefer ama en çok da Londra’da My Fair Lady, New York’ta da Phantom of the Opera ve West Side Story seyretme deneyimleri
  • Long Way Down belgeselinden aldığım ilhamla başlayan Afrika seyahatimde, onların hedef noktası olan, kıtanın en güney ucu, iki okyanusun birleştiği yer Cape Agulhas’ta geçirdiğim gün ve gece
  • Roma’nın en ikonik noktası olan Aşk Çeşmesi’ne balkonundan para atabildiğimiz efsane evimizdeki günler
  • Kenya’da ekvator çizgisini ziyaret: Bir ayağım kuzey, diğer ayağım güney yarımkürede durduğum an
  • New York’ta, hayran olduğum Ethan Hawke’ı Macbeth’de en ön sıradan izledikten sonra, çıkışta kendisiyle tanışıp, imza alıp fotoğraf çektirişim
  • Tanzanya’da Serengeti’de vahşi yaşamın ortasında, ilk gerçek çadırda konaklama deneyimim (çadır görünümlü lüks resortlarla karıştırmayalım lütfen!)
  • Küba’da, tarihi şehir yürüyüşü sırasında rehber olarak tanıştığımız sevgili Ronald’la gelişen dostluğumuz sonunda, Havana’daki son gecemizde onun kocaman ve harika Kübalı ailesiyle birlikte sabaha kadar eğlenmemiz
  • Barcelona’da Nou Camp stadyumunda izlediğim Barcelona-Galatasaray maçı (2-2 bitmişti)
  • Gece geç vakit, Tuna kıyısından nehre ve şehre bakıp, tüm o atmosferi uzun uzun içime çekip, Budapeşte’ye aşık olduğum an
  • Kyoto’da geleneksel bir tapınakta Japon öğrencilere bale dersi vererek geçirdiğim hafta
  • Göbeklitepe’de tam 12 bin yıl geçmişe bakmak…
  • Çin Seddi… Özellikle ilk kez kalabalıkla gidip gerçek anlamda deneyimleyemedikten sonra, inanılmaz bir şekilde kimselerin olmadığı bir noktadaki ikinci ziyaretimde hissettiklerim
  • Atina’da couchsurfing yaparak evlerinde misafir olduğumuz dünya tatlısı Theo ve Nikos’la geceleri balkonda sabahlayarak ettiğimiz muhabbetler
  • Veee Zimbabwe’de Zambezi nehrinde tekneyle gün batımı turu ♥ (Ya da o turda tanışılan kişi mi desem?.. Neyse bu uzun bir hikaye 😉 )

İlk aklıma gelenler bunlar… Daha detaylı düşündükçe eminim aklıma daha pek çokları gelecektir, belki zamanla eklerim onları da bu listeye… Ve umarım daha birçok yenilerini yaşayıp, listemi güncellemek zorunda kalırım sıklıkla…

“Peki her şey hep böyle masal tadında mı geçti? Hiç mi hüzünlü, tatsız hatta korku dolu hikaye yok?” derseniz… Olmaz mı… Elbette var ama onlar da başka bir listenin konusu olsunlar 😉

Continue Reading

Haritamın Dili Olsa

Haritam… Ah benim canım haritam… Biricik seyahat arkadaşım, rehberim, yol göstericim haritam. Neler çekti benden neler… Neler gördü, geçirdi! Ne badireler atlattı, ne maceralar yaşadı… Dili olsa da anlatsa size her birini…

20 yıldır 4 kıtadaki seyahatlerimin tümünde her anımın tek ve en yakın şahidi o ne de olsa. Yoldaşım… Sırdaşım… Ah bir de dili olsa…

Haritam, seyahatlerde gerçekten de benim her şeyim. Biliyorum, şimdi navigasyonlar, dijital uygulamalar, akıllı telefonlarımızdaki envai çeşit teknoloji varken, kağıt bir harita size demode gelebilir. Ama benim için o, vazgeçilmez! 20 yıl önce de öyleydi, bugün de öyle. İyisi mi, hikâyeyi en baştan alalım:

Aslında küçücük bir kızken, hatta kendimi bildim bileli yatak odamın duvarında kocaman bir Türkiye haritası, çalışma masamdaysa Dünya Küresi vardı. Bizimkiler, ben kaç yaşındayken onları odama yerleştirip bu virüsü bana enjekte ettiler, bilmiyorum. Babamla oyun diye bu haritalarda ya da başucumdaki atlasta şehir ve ülke bulmaca oynardık. Asıl konumuz olan şehir haritalarıyla aşkımsa, babamın yine küçücükken bana harita okumayı öğretmesiyle başladı sanırım. (Bence zavallı babam, kızının görsel yön bulma duygusunun sıfır olduğunu erken fark etmiş olacak ki, “bu kız ancak haritayla hayatta kalabilir” diye bir öngörüyle bu işi daha geçe bırakmak istememiş 🙂 ) Evet, yanlış okumadınız! Gezginim… 40 ülkede yüzlerce şehri karış karış gezdim ama itiraf ediyorum, görsel hafızayla yön duygum gerçekten de “sıfır”! Yani haritam olmadan ben tam anlamıyla körüm, bir hiçim 🙂 Ama haritamla beni, neresi olduğunu söylemeden, dünyada en olmadık yere bırakın, asla kaybolmam! İşte en başta bu sebepledir ki kendisi benim seyahatlerimdeki vazgeçilmez yoldaşımdır.

Her daim elimdedir bir de, çantaya bile nadiren girer. (Bazen de yine sürekli elimde dolaşan Lonely Planet’in arasındadır.) İşte bu yüzden diyorum ya gerçekten çok çekti benden çoook … Nasıl mı? Mesela… Her şeyden önce, sürekli elimde olunca oldukça kırıştı. Her seferinde farklı yerinden katlanmaktan iz yaptı, sonra da o iz yerlerinden hafifçe yırtıldı! Eh, terledi elimde tabii mevsim yazsa; kışsa ıslandı yağmurda, karda, doluda… Üzerinde rotalar çizildi, notlar alındı. Yabancılar yollar tarif edip, işaretler koydular üstüne. En fenası da, söylemeye utanıyorum ama zavallıcık, her seyahatte birkaç kere olmadık yerlerde unutuldu, kısa bir süreliğine de olsa kayboldu!

Eh tabii sürekli elimde olunca… Dükkanların tezgahlarında, cafelerin masalarında ve tabii en çok da……….. tuvaletlerde sifonların üzerinde mesela… Tamam kızmayın bana, “en yakın yoldaşını nerelerde bırakmışsın” diye! Biliyorum: Suçluyum! Ama her seferinde elimdeki boşluğu bir iki dakika içinde fark edip koşa koşa geri dönen ve mekandakilere kan ter içinde panikle: “Haritam! Haritamı burada mı unutmuşum?” diye soran da bendim. Bunca yıldır belki bir, belki de 2 fire dışında her seferinde de buldum kendisini ve duygusal bir kavuşma yaşadık o anlarda: “Ah canım haritam, ben de seni kaybettiğimi sanmıştım” sözleri eşliğinde… Bu sözlerim samimidir bu arada, çünkü eğer gerçekten kaybolursa, asla o saatten sonra alınacak yeni bir harita onun yerini tutamaz! Dedim ya, onda yollar çizilidir, notlar alınmıştır, işaretler konmuştur. Henüz gidilmeyen yerler bir yana, asıl gidilmişlerin kaydıdır bunlar. Üstelik, anlattığım gibi ıslanmış, katlanmış, eskimiştir o. Seyahat, o ana dek onda silinmez izler bırakmıştır. Tıpkı bende bıraktığı gibi… Hani her seyahat bizi özel bir şekilde dönüştürür ve asla eskisi gibi olamayız ya sonrasında. İşte aynısı o seyahatin haritası için de geçerlidir. O yüzden üzerindeki her iz kıymetlidir ve özeldir. Ve işte bu sebeple, dijital uygulamalar asla haritamın yerini tutamaz benim için. Çünkü onların üzerinde anı birikmez! Çünkü tam Çin Seddi’ne çıkmadan içtiğin yeşil çay, navigasyona damlayıp iz bırakmaz! Paris’te yol sorduğun yakışıklının el yazısı, dijital uygulamada sonsuza dek kalmaz! Küba’da birden bastıran o sıcak yağmur, telefonundaki harita uygulamasını ıslatıp şeklini bozarak, kuruduktan sonra bile bir parçası olarak kalamaz! Teknoloji güzel evet ama, ben işte bu sebeplerle eski usûl haritam olmadan asla yola çıkamam!

Eve dönünceyse, o seyahatin en değerli anısı olarak, kutsal bir nesne gibi, adeta törenle katlanır ve bazılarının mücevher kutularına elmas gerdanlıklarını yerleştirmeleri misali özenle, çok kıymetli harita kutumdaki diğer emektar arkadaşlarının yanında yerini alır. Artık orada, ben aynı şehre tekrar gidinceye kadar, huzur içinde dinlenip, gülümseyerek anılarını düşünebilir ve tabii diğer şehirlerden arkadaşlarıyla beni çekiştirebilir. Ve eğer bir gün sizlerin anlayabileceği bir dili olsa… Tüm bunları size de anlatabilir… Ama o zamana dek, haritamla maceralarımız bu blogda, benim kalemimden hikayelerde olacak … Bizimle dünyayı gezmeye var mısınız?

Continue Reading

Ben Nasıl Gezgin Oldum?

Tamam, biliyorum bir önceki yazıda “gezgin olunmaz, gezgin doğulur” dedikten sonra, “bu başlık ne şimdi” değil mi?

Değil! Bakın bu DRD4-7r geni var ve kesinlikle etkili! Bilime karşı çıkacak değiliz. Hatta bana bunun kimden geçtiğini de çok iyi biliyorum: Suçlu, daha ben çocukken bolca dinlediğim, “evden çıkmış, bir süre haber alınamamış, meğer birden karar verip Londra’ya gitmiş” benzeri çeşitli anıları, ailede dilden dile anlatılan, babamın teyzesi Huriye teyzedir! Ondan babama da geçen genler, bende de devam etmiş belli ki! Ama işte ben diyorum ki sırf gen yetmez! Ne yetenekler harcanıp gitmiştir şu hayatta uygun ortamda yetişmedikçe ☺ Yani “bende bu gen nasıl yeşerdi?” asıl konumuz bu ve bu yazıda da onu anlatacağım için, başlığımız böyle oldu! Haydi “uzanıp” çocukluğuma dönelim öyleyse:

“Seyahat, gideceğimiz yerde değil, yola çıktığımız anda başlar”! İşte 3 kişilik çekirdek ailemizin her tatile çıkıştaki değişmez sloganı buydu. O sebeple arabaya yolluklar yüklenir, müzik dinlemek için kasetler alınır ve yolda babam geçtiğimiz yerleri bize üzerinde anlatsın diye de haritamız baş köşeye konurdu.

Sonra başlardı şarkılı türkülü, yollukları yemeli, bazen de kavgalı gürültülü yolculuklar. Babam bir patika gördü mü “ah, merak ettim, hadi bakalım burası nereye çıkıyor” diyerek aniden yoldan sapar, bunun üzerine annem de, tam bu anlar için hazırladığı köfteli sandviçleri devreye sokarak uzayan yolumuza kalori desteği sağlardı.

İşte o gün bugündür, ben gerçekten de seyahatlerimin yolculuk kısmını da en az gittiğim yerdeki keşiflerim kadar severim. Hele ki uzun kara ve özellikle de deniz yolculuklarına bayılırım.

Ancak ailecek yapılan bu seyahatler, genellikle “tatil” amaçlıydı ve her ne kadar bendeki Evliya Çelebi’nin tohumlarını atsa da, kendisini tam olarak harekete geçirdiğini söylemek doğru olmazdı.

Benim seyahat etmeye aşık olduğumu ve seyahat etmeden asla yaşayamayacağımı anlamamsa daha sonraları, ta 26 yaşımda ilk yurtdışı seyahatimi yaptığımda oldu.

Amsterdam’da yaşayan bir arkadaşımın davetiyle en ucuzundan charter biletler alındı, o zamanlar THY’nin charter uçuşlarının kalktığı korkunç C terminalinde gurbetçi amcalar ve hacı teyzelerle birlikte sıraya girildi ve macera başladı.

Amsterdam’a varıp da havaalanından şehir merkezine giden metrodan inince, gardan dışarı çıkıp şehirle karşılaştığım o ilk anı hiç unutamam. Ama anlat derseniz de anlatamam! Çünkü tarifi mümkün olmayan bir duygular bütünü, bir heyecan, bir coşku, bir ürperti, bir mutluluk karışımıydı. Birden içimi kapladı ve nefesimi kesti. Tıpkı ilk aşk gibi, kalbimi hızla attırıverdi. Artık ne kadar yoğunsa, kilometrelerce öteden annem bile, klasik “biz vardık, merak etme” telefonunu ettiğimde, sesimde o güne kadar hiç duymadığı bambaşka tonda bir coşku duyduğunu söylemişti.

Yanlış anlaşılmasın, Amsterdam değildi özel olarak bende bu hisleri yaratan (ki ileride böyle yerler de olacaktı). O anda aşık olduğum şey, seyahat etmenin ta kendisiydi. Bilinmeyenin keşfi… Merak… Heyecan… Belki biraz tedirginlik… Konfor alanından çıkmış olmanın verdiği o tuhaf, bazen ürkütücü ama aslen muazzam özgürleşme duygusu! Hepsi bir aradaydı… Tarifsizdi… Beni ancak bu virüsle enfekte olmuş gezginler anlar da diyemem çünkü aynı virüs bile her bünyede farklı bir reaksiyon yaratmıyor mu?

İşte beni de bu şekilde çarpmıştı demek! Açıklayamıyordum ama şunu çok iyi biliyordum: Artık seyahat etmeden yaşayamazdım!

“Peki bu seyahatte neler yaşadınız? Başka aşklar da doğdu mu yol boyunca?” derseniz… Eh, onlar da sonraki yazılara kalsın ☺

Continue Reading

Seyahat Ettiğim Ülkeler

Eğer gezdiğim ülkeler hangileri diye merak eden olursa, aşağıda alfabetik olarak listeledim. (Birden çok gittiklerimin yanına parantez içinde kaç kere gittiğimi de yazdım ) Bu listeden blogdaki gelecek yazıları da tahmin edebilirsiniz.

Almanya

Amerika Birleşik Devletleri (4)

Arnavutluk

Avusturya

Belçika

Bosna-Hersek

Çek Cumhuriyeti (4)

Çin

Fas

Fransa (5)

Güney Afrika Cumhuriyeti

Hırvatistan

Hollanda

Hong Kong – (özerk bölge)

İngiltere (2)

İskoçya

İspanya (2)

İsveç

İsviçre

İtalya (4)

Japonya

Kanada

Karadağ

Kenya

Kuzey Makedonya

Küba

Letonya

Lüksemburg

Macaristan

Malavi

Malezya

Malta

Monako

Portekiz

Rusya

Singapur

Slovenya

Tayland

Tanzanya

Yunanistan (Bodrum’da yaşadığım ve anakaraya yaptığım seyahat harici, yaz tatillerimi  de sürekli farklı Yunan adalarında geçirdiğim için sayamadığım kadar çok)

Vatikan

Zambia

Zimbabwe

Continue Reading